Medreseler ve Tekkeler (Tarih Konu Anlatımı)
Bu yazımızda tarih dersi konu anlatımları kapsamında 10. sınıf tarih dersinin 4. ünitesi olan Beylikten Devlete Osmanlı Medeniyeti ünitesinin 2. konusunun devamı olan Medreseler ve Tekkeler konusuna yer verdik. Medreseler ve Tekkeler konusunu “Osmanlı devlet idaresinin ilmiye, kalemiye ve seyfiye sınıflarının birlikteliğine dayalı yapısını analiz eder.” kazanımı çerçevesinde anlattık.
Bu Yazının İçindeki Başlıklar:
Medreseler ve Tekkeler
Ders: Tarih 10
Ünite: Beylikten Devlete Osmanlı Medeniyeti
Konu: Medreseler ve Tekkeler
Kazanım: Osmanlı devlet idaresinin ilmiye, kalemiye ve seyfiye sınıflarının birlikteliğine dayalı yapısını analiz eder.
Medreseler ve Tekkeler konusunda Osmanlı Devleti’nde bilinen ilk medrese ne zaman, nerede, kim tarafından açılmıştır? Bir öğrencinin Sahn-ı Seman Medreselerinde müderris olabilmesi için hangi aşamalardan geçmesi gerekmektedir? Medreselerde eğitim nasıldı? Tekke ve zaviye nedir? Tekkelerde ve Zaviyelerde neler yapılırdı? sorularını yanıtladık. Ayrıca Medreseler ve Tekkeler gibi kurumlarda görev yapan bilim insanlarına yer verdik.
Osmanlı Devleti’nde Medreseler
Osmanlı Devleti’nde bilinen ilk medrese ne zaman, nerde, kim tarafından açılmıştır? Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu üstlenen Orhan Gazi, bir taraftan idari, adli ve askeri teşkilatını yaparken diğer taraftan da ilmi teşkilatı da ihmal etmemiştir. Küçük beyliğinin merkezi olan İznik’te cami imaretiyle birlikte bir de medrese yaptırmak amacıyla bu yolda çalışmalar yapmıştır. İznik Medresesi, buranın fethinden bir sene sonra 1331 yılında yapılmıştır. Ayrıca bu medreseye, o dönemin hatırı sayılır bir oranda yüksek maaş olan günde 30 akçe ile büyük alim ve mütefekkirlerinden Davud-ı Kayseri müderris olarak tayin edilmiştir. İznik Medresesi’nin başında Davud-ı Kayseri gibi derin görüşlü bir mütefekkirin bulunması ve burada okutulan dersler arasına İslam felsefesinin konması o zamana göre bu müesseseye verilmiş olan önemi göstermektedir.
Osmanlı Devleti’nde Nasıl Müderris Olunur?
Medresede ders veren kişiye müderris adı verilir. Dahası bugünkü üniversite profesörleri ile kıyaslanabilir. Genel olarak İslam dünyasında ilim tahsilinde kitaplardan çok müderrise önem ve değer verilirdi. İlim tahsil etmek isteyenler, her şeyden önce iyi bir müderrise öğrenci olmayı tercih ederdi. Medreselerde eğitim gören öğrencilere talebe dense de bu öğrenciler için danişment gibi de kullanılmıştır. Müderris olmak isteyen talebeler öncelikle bir müderrisin yanında yardımcı olarak görev yapar. Müderrisin dersini tekrar ederek diğer talebelerin disiplini ile meşgul olmak ile yükümlüydü. Ardından icazetname alarak medreseyi bitiren müderris adayları, isimlerini Rumeli ve Anadolu kazaskerlik dairelerinde bulunan ruzname adlı defterlere kaydettirip müderrislik için aday olurlardı. Bu beklemeye mülazemet adı verilirdi yedi yıl süren uzun bir beklemeydi. Ruznamede yazılı olmayan ve belli bir süre mülazemet etmeyen kişilerin ise müderris sayılması imkânsızdı. Bu uygulama müderris adaylarına işlerini sabır ve dikkat içinde gerçekleştirmelerini sağlardı.
Medreselerde Eğitim Nasıldı?
Osmanlı eğitim sisteminin ilk adımları Mahalle Mekteplerinde atılmaya başlanmıştır. Bu mektepler çoğunlukla camilerin yanına kurulmuştur. Ayrıca 4-6 yaşlarında erkek ve kız çocukların Kur’an, İslam dinin temel bilgileri yanında okuma ve yazma ile temel hesap işlemleri öğretimi gerçekleştirilmiştir.
Osmanlı Devleti’nde eğitim faaliyetlerinin işlendiği en önemli kurum medreseydi. Medreselerin sözlük anlamı “ders okunan, ders verilen yeridir. Hariç, sahn ve dahil olmak üzere üç bölümden oluşurdu. İlkokul düzeyinde olan Hariç derslerini veren talebe eğer isterse ortaokul seviyesi olan Dahil derslerine de devam edebilirdi. En son aşama ise Sahn medreseleriydi. Sahn öğrencisi danişmend veya softa adı ile öğrenim görüp İcazetname diploması ile mezun olabilirdi. Çoğunlukla devlet ileri gelenleri ve padişahlar tarafından yapılan külliyelerin içinde, camilerin bitişiğinde ya da bağımsız bir yapı şeklinde kurulan Sıbyan mektepleri mekan ve maliyet açısından fazla bir külfet getirmediği için her mahallede, semtte, köyde açılmıştı.
Dersler müderris denilen öğretmenler tarafından verilirdi. Eğitim ve öğretimin karma ve meteliksiz olduğu medreselerin giderleri ise bağlı olduğu vakıf tarafından karşılanırdı. Medreseleri bitirenlere icazetname diploması verilirdi. Medrese mezunları kadı, müderris, astronom, mimar, matematikçi, müftü ve din bilgini olurlardı. Medrese eğitiminin pekiştirilmesi için Ramazan aylarında öğrenciler Cerre çıkmak adı altında dini meselelerde halkı aydınlatmak adına imparatorluğun çeşitli bölgelerine gönderilirdi. Medreseler müderris yetiştirmek, devlet adamı yetiştirmek ve adalet mensuplarını yetiştirmek uğruna ilim ve ahlak öğretmeye bir süre devam etmiştir. Bu sistemin temel hususiyeti serbest olabilmesiydi. Kısacası, devlet baskısı ya da kontrolü asla söz konusu değildi. Aslında Müslüman ilim öncüleri, sanatkarlar ile önemli devlet adamları bu tarz bir atmosferde yetişmişlerdir.
Sahn-ı Seman Medresesi Hakkında Bilgi
Sahn-ı Seman medreseleri hakkında bilgi verelim. Sahn-ı Semân medreseleri, Osmanlı mimarisinin doğal bir gelişmesi neticesinde ortaya çıkmıştır. Ayrıca bu medreseler, Osmanlı medrese tarzının günümüze ulaşabilen ilk dönem mimari özeliklerine de uygun düşmektedir. Bu medreselerdeki plan tipi, Selçuklu medreselerindeki simetrik olan eyvanların ortadan kaldırılmasıyla ortaya çıkan şekil ile bağlantılıdır. Buna göre Sahn-ı Semân medreseleri, Selçuklu medreselerinde görülen, bir açık avlu ve revakların arkasında da öğrenci odalarından meydana gelen plan tipine de uygun düşmüştür. Eyvan kaldırılarak kıble tarafında bir çıkıntı halinde büyükçe kubbeli bir dershane eklenmiş, her öğrenci odasının dışarıya doğru bir pencere ile açılması sağlanmıştır. Tek katlı inşa edilen bu medreselerin kapıları sadeleştirilmiş, yapımında ise taş ve tuğla kullanılmıştır. Bir avlu etrafında yapılanmış Sahn-ı Semân medreselerinin her birinde bir dershane ve mescit, on dokuz oda ve aralarında eyvana benzer küçük bir açıklık ve son olarak da bir giriş vardır.
Medrese hücreleri ise kare planlı olup, avluya birer kapı ile açılmaktadır. Özellikle arka cephelere de altlı üstlü birer pencereleri bulunmaktadır. Dershane bile kare planlı olup, diğer hücrelerden daha yüksek ve gösterişli şekildedir ve üzeri kasnaklı bir kubbe ile örtülüdür. Sahn-ı semân medreseleri, İstanbul’da Fatih Sultan Mehmed’in kurduğu sekiz medreseye verilen addır. Bu medreseler Osmanlı eğitiminde önemli bir rol oynarlar. Neredeyse Süleymaniye Medreseleri kurulana kadar Sahn-ı Seman medreseleri bu önemlerini devam ettirebilmişlerdir. Sahn-ı Semân medreselerinde okutulan dersler Fıkıh, Usûl-ı Fıkıh, Akaid, Tefsir ve Hadis’tir. Bu derslerde okutulan kitaplar ise Hidâye, Telvîh ve Şerh-i Adûd, Şerhu Akaidi’n-Nesafiyye ve Şerhu Akaidu’lAdûdiyye Devvânî, Buhârî olarak bilinmektedir. Süleymaniye Medresesi’nde fen ve tıp ilimlerine ağırlık verilirken Sahn-ı Seman Medreseleri’nde daha çok edebiyat, hukuk, ilahiyat gibi yönetim, edebi ve dini alanlar ön planda tutulmuştur.
Fatih Camii’nin iki yanında sıralanan ve dörderden sekiz adet olmak üzere inşa edilen “yüksek ihtisas” medreselerine “Semâniye” (sekizli) veya “Sahn” ve “Sahn-ı Semân” adları verilmiştir. Akdeniz ve Karadeniz isimleriyle bilinen bu medreselerin, en doğudaki Baş Kurşunlu, ortadakiler Ayak Çift ve Baş Çift, en batıdaki ise Ayak Kurşunlu olarak isimlendirilmiştir. Akdeniz tarafındakinin en doğuda olanına “birinci” ve Karadeniz tarafındakilerin en batıda olanına ise sekizinci anlamına gelen “sâmine” isimleri verilmiştir. Sahn-ı Semân’da Baş ve Ayak medreseleri müstakil yapılar olmasına rağmen ortadakiler bitişik bir nizamda yapılmış çift yapılardır. Osmanlı ilmiye teşkilatı da bu medreselerin kurulduğu dönemde oluşum aşamalarındaydı ve Sahn-ı Semân, bir asır sonra bile Süleymaniye medreseleri kuruluncaya kadar medrese sisteminin en üst seviyesinde yer alıyordu.
Akşemseddin Kimdir?
Asıl adı Şemseddin Muhammed b. Hamza’dır. Günümüzde daha çok Akşemseddin adıyla anılır. Fatih Sultan Mehmet’in hocası, bir din âlimi ve tıp insanı olarak bilinmektedir. 1390 yılında Şam civarında doğmuştur. Babası tarafındaki soyunun Ebu Bekir’e kadar uzandığı düşünülmektedir. Yedi yaşında iken Anadolu’nun Amasya iline yerleşmiş, burada dini eğitim görmüştür. Aldığı ağır dini eğitim ve Kuran’ı ezberlemesinden sonra ailesiyle beraber Çorum’a gitmiş, Osmancık Medresesi’nde müderris olmuştur. Yine burada da çokça dini eğitim ve ek olarak tıp eğitimi almıştır. Ancak aldığı ilim tahsili ile yetinememiş, irfan tahsili edinmek adına İran’a gitmiş buna rağmen istediğini yine bulamamıştır.
Anadolu’ya döndükten sonra çevresinden gelen ısrar ile Ankara’da bulunan Hacı Bayram Veli’nin yanına gitmiştir. Ankara’da bir süre bulunmuş ancak müritlerin yardım için de olsa yardım kabul etmelerini doğru bulmamasından kaynaklı olarak Ankara’dan Halep’e gitmiştir. Ancak o günün akşamı gördüğü bir düş üzerine tekrar Hacı Bayram Veli’nin öğrencisi olmuştur. Kısa sürede tasavvufun yöntem ve inceliklerini kavramış ve kendisi hilafet tacı ile ödüllendirilmiştir. Ancak burada da çok durmamış, Hacı Bayram Veli’den izin alarak Beypazarı’na gitmiştir. Beypazarı’ndan sonra Çorum’a, oradan da Bolu’ya yerleşmiş, burada bir süre kalarak çocuklarının eğitimi ile ilgilenmiştir. Hacı Bayram Veli’nin ölümünden sora Bayramilik tarikatının başına geçmiştir. Sonra padişahın isteğiyle Fatih Sultan Mehmet’in hocalığına atanmış ona danışmanlık etmiştir.
İstanbul’un fethinden sonra ilk Cuma namazını o kıldırmış ve sonrasında şehirden ayrılarak hayatının kalanını geçirmek üzere Göynüğe yerleşmiştir. 1460’da, 70 yaşına iken vefat etmiştir. Türbesi padişah tarafından Bolu’ya yaptırılmıştır. Kendisi hem İslami bilimlerde hem de biyoloji, matematik ve astronomi ilimlerinde uzmanlaşmış ve bu alanlarda arkasında gelecek nesillere ilham olacak çok sayıda eser bırakmıştır. Yaşadığı dönemde içerisine Fatih Sultan Mehmet’in de dâhil olduğu yüzlerce öğrenci yetiştirmiştir. En önemli eserleri Maddet-ül Hayat ve Hall-i Müşkilat’tır. Maddet-ül Hayat’ta tarihte ilk defa mikrop teorisini hastalıkların kaynağının gözle görülemeyecek canlı tohumlar nedeniyle olduğunu söyleyerek ortaya koymuş, bu sebeple mikrobiyolojinin de kurucusu olarak anılmaktadır.
Ali Kuşçu Kimdir?
Matematik ve Astronomi alanında Dünya’nın önde gelen üniversitelerinde bile halen ders olarak okutulmaktadır Ali Kuşçu. İslam Dünyası’nın en büyük ilim ve bilim adamlarından birisi olan Ali Kuşçu’nun gerçek adı Ali bin Muhammed’dir. Ali Kuşçu’nun doğum yılı net olarak bilinmemekte olup kaynaklarda genel olarak 1403 yılında o zamanlar Timur Devleti’nin toprağı olan Semerkant şehrinde doğmuştur. Kuşçu ismi bu aileye Ali Kuşçu’nun babası Muhammed Kuşçu’nun, Türkistan Emiri Uluğ Bey’in doğancıbaşılığını yapmasından ötürü söylendiği kaynaklarda belirtilmektedir. Ali Kuşçu, hem hac ibadetini yapmak hem de hocası Uluğ Bey’in ölümünden etkilenmesi sebebiyle o tarihlerde Akkoyunlu Devleti’nin toprağı olan Tebriz şehrine geldi. Akkoyunlu Devleti Hükümdarı olan Uzun Hasan, Ali Kuşçu’nun şehrine gelmesinden büyük onur duyarak Ali Kuşçu’ya çok saygılı davranmıştır.
Daha sonraki yıllarda Osmanlı Devleti ile Akkoyunlu Devleti arasında çıkacak olan savaş öncesi Uzun Hasan, Ali Kuşçu’yu elçi olarak Fatih Sultan Mehmed’e gönderdi. Elçilik için gittiği Fatih Sultan Mehmed’in makamında da büyük bir saygı gördü. Fatih Sultan Mehmed’in kendisine İstanbul’a kalması teklifini, elçilik görevinin bitmesi sonrası kabul edeceğini belirterek o anda reddetti. Ali Kuşçu, elçiliğini tamamlaması sonrasında Uzun Hasan’ın da rızasını alarak aile olarak İstanbul’a taşındı. Ali Kuşçu, İstanbul’a geldiğinde Fatih Sultan Mehmed ve Saray Yöneticileri tarafından İstanbul girişinde büyük bir coşku ve kutlamalarla karşılanmıştır. Fatih Sultan Mehmed, Ali Kuşçu’nun ilmine güvenerek onu 200 altın maaşla Ayasofya Medresesi’ ne müderrisliğine atadı.
Ali Kuşçu, Ayasofya’da çalışmalarına kelam, dilbilgisi, matematik ve astronomi alanlarında devam etti. Ali Kuşçu, İstanbul sınırları içerisinde, 16 Aralık 1474 yılında ölmüştür. Vefat sebebine dair geçmiş kaynaklar da herhangi bir net bilgi yoktur. En önemli eserlerinden biri kabul edilen “Fethiye”, bir astronomi kitabıdır. Otlukbeli Savaşı’ndan sonra Fatih Sultan Mehmet’e sunulmuştur. Üç kısımdan oluşmaktadır. Birinci kısım gezegenlerin hareketlerine değinmekte, ikici bölüm yerkürenin şekli ve yedi iklim hakkında, üçüncü kısım ise gezegenlerin uzaklıklarını ve yerküreye ilişkin bazı ölçümlerden oluşur. Kitap şu anda Ayasofya müzesinde sergilenmektedir.
Uluğ Bey Kimdir?
Uluğ Bey, 1393 yılının 22 Mart’ında Sultaniye ’de civarlarında dünyaya gelmiştir. Esas ismi Mehmet Torgay´dır. Timur‘un soyundandır ve Timur İmparatorluğu’nun 2. yöneticisi olan Şahruh’un öz oğludur. Yalnızca 13 yaşında iken Horasan ve Maveraünnehir eyaletlerine hakan naibi görevine getirilmiştir. Başkent olarak belirlediği Semerkant’ta, müstakil ve mantıklı bir yönetici gibi eylemlerde bulunmuştur. 1446 yılında babası olan Muînüddin Şahruh´un vefatından sonra hükümdar oldu. Hükümdarlığı süresince matematik ve astronomi çalıştı. Fen bilimlerine ve astronomiye karşı duyduğu ilgi ve merakı sayesinde, kendisini bugün dünya tarihinin en büyük astronomlarından biri olarak kabul edilmektedir.
Uluğ Bey kağan olduktan sonra, Osmanlı Devleti ile münasebetlerini arttırmaya ve geliştirmeye çok fazla önem vermiştir. İki Türk kökenli ülke arasında elçiler gidip gelmeye başladı. O, kendisini savaş yerine bilime adamış, âlim ve barışçıl bir hükümdardı. Zamanın âlimlerini kendi etrafında birleştirdi ve onları kendi koruması altına aldı. Bunlardan en önemlilerine örnek olarak Ali Kuşçu, Cemşıd-el Kaşı ve Kadızade-i Rumi verilebilir. Araştırma ve inceleme için Çin’e kadar inceleme görevlileri gönderdi. Uluğ Bey’in döneminde Semerkant’ta hem bir medrese, hem de bir rasathane yapılmıştır. Özellikle astronomi biliminin gelişmesi için büyük uğraşlar vermiştir. Astronomi yaptırdığı rasathanede orta çağdakine göre daha üst bir seviyeye yükselmiştir. Uluğ Bey aynı zamanda yeni astronomi aletleri icat etmiş, astronomi ilmine teknolojik katkıda da bulunmuştur. Geliştirdiği usturlap, döneminkine göre yaklaşık 22 kat daha fazla işlem gerçekleştirebiliyordu ve 40 metrelik bir çapa sahipti.
Bunun yanında bir gökyüzü hartası yapmayı da başarmış ve gelecek nesillere astronomi araştırmalarında rehber olmuştur. Kendisi İlhanlılar döneminde yapılmış ola rasatları incelemiş ve tam olarak 12 yıl boyunca rasatlar üzerine çalışma yaptıktan sonra en önemli eserlerinden kabul edilen Uluğ Bey Zici’ni-Ali Kuşçu’nun da yardımıyla- yazmıştır. Bu eser, kendisinden önce yazılmış olan Zic’lerin hatalarına yönelik eleştiriler yapıyor ve yıldız hareketleri üzerine daha doğru sonuçlar sağlıyordu. Bu eser 1853 yılında Oxford’da Fransızca dilinde basılmıştır. Yaptığı çalışmalara karşılık Milletlerarası Astronomi Derneği ismini Ay’ın yüzeyinde bulunan bir kratere vermiştir.
Tekke ve Zaviye Nedir?
Tekke ve zaviye nedir, neler yapılırdı? Osmanlı öncesi Anadolu’sunda ve öğretim konusunu Câmi merkezli eğitim-öğretim faaliyetleri, Tekke ve tarikat merkezli eğitim-öğretim faaliyetleri, Medrese merkezli eğitim-öğretim faaliyetleri şeklinde inceleyebiliriz. Câmi merkezli yapılan eğitimin sitemli hale getirilmesi için medrese adı verilen eğitim kurumları açılmıştır. Bu medreselerle eğitim, daha plânlı ve koordineli olarak sürdürülmüştür.
Medrese eğitiminden farklı olarak daha çok halkın din eğitimini ve mensuplarının nefs terbiyesini temel alan tekke ve zaviyeler, eğitim ve bilgi üretiminin yapıldığı diğer kurumlardır. Tekke ve zaviyelerin de gelişmesi ve yaygınlaşmasının temelindeki ana nedenler ve sonuçları Osmanlı topraklarında kurulmuş olan medreselerin sayısının artması; Osmanlı Devleti’nde eğitim geleneğinin oluşması ve yaygınlaşması;
Osmanlı toplumunun yapısının ve fikri hayatının gelişmesi olarak ele alınabilir. İslami kültür değerlerinin gözdesi olan tekke, tasavvuf düşüncesinin, anlayış ve terbiyesinin derinleştirildiği ve üstüne üstlük halka takdim edildiği bir yerdir. Tekke , zaviye, hankâh gibi isimler ile birbirine çok benzemeyen bu müesseselere insanlar, dünya hayatının çeşitli sıkıntıları ile yorgun düşmüş ruhları ile gönüllerini dinlendirmek için bir araya gelip boş zamanlarını değerlendirirlerdi. Tekke ve zâviyelerin zaman zaman ruh ve sinir hastalıkları için tedavi merkezi olarak da kullanılmıştır.
Daha çok telkin yolu ile hizmetlerini sürdüren bu şifa alanları, çoğu zaman bir şeyhin önderliğinde, toplumun bu sahadaki yaralarına çareler aramaktadır. Bir diğer yönden Osmanlı döneminde, tekke ve zaviyelerin bir kısmı devlet tarafından yolculukların güvenli geçmesine katkı sağlıyordu. Bu açıdan, dağların başında ve geçitlerin bir kaçında yer edinen tekkeler, askeri sevk ve kontrolü daha çok kolaylaştırmak için yardım ediyordu. Ayrıca ticarete engel olacak tehlikeli durumları ortadan kaldırmak için de görev almışlardır aynı jandarmalar gibi. Son olarak tekkeler, karlı ve yağmurlu günlerde yolcular için de bir sığınak oluyordu.
4. Ünitenin Tüm Konuları: Beylikten Devlete Osmanlı Medeniyeti ünitesinin tüm konularını aşağıdaki başlıklarda inceleyebilirsiniz.
1. Konu: Anadolu’nun Kandilleri
2. Konu: Osmanlı Devleti’nde Askeri Sınıf
Osmanlıda İlim ve İlmiye Sınıfı
Medreseler ve Tekkeler (Şu an bu başlıktasınız!)
Akşemsettin, Ali Kuşçu, Uluğ Bey
3. Konu: Halk Kültürü ve Kitabi Kültür
II. Murad’ın Kültürel Faaliyetleri
4. Konu: Fetihle Gelen Dönüşüm