Mütekabiliyet nedir? Mütekabiliyet, uluslar arası ilişkilerde karşılıklı olma durumu olarak tanımlanır. Mütekabiliyet ilkesi bir davranışa aynı biçimde karşılık vermedir.
Bu yazımızda Mütekabiliyet nedir? Mütekabiliyet ne zaman, nerede ortaya çıkmıştır? Mütekabiliyet yanlısı ülkeler Ülkeler mütekabiliyeti neden kullanmışlardır? sorularını yanıtladık. Ayrıca Mütekabiliyet ve Dünya, Mütekabiliyetin etkileri, Mütekabiliyet ve Türkiye, Mütekabiliyet ile ilgili antlaşmalar başlığında konuyu daha ayrıntılı ele aldık. Aslında bu yazımızda vurguladığımız tek konu: “Mütekabiliyet, hayatımızın, tarihin, dünyanın her tarafında bulunuyor”. Fakat sadece dikkat ettiğimiz yer tarih kitapları, kaynakları vs. Karşılıklılık, aslında çok kapsamlı bir yargıdır. Herkesin bildiği ama cümle içinde bile kullanmadığı bir şeydir bu.
Bu Yazının İçindeki Başlıklar:
Mütekabiliyet Nedir?
Mütekabiliyet, sözlükteki anlamıyla karşılıklılık aslında bizim de gün içerisinde sıkça kullandığımız bir olaydır. Gerek oynadığımız oyunlarda olsun gerek derslerde olsun gerekse iş hayatımızda olsun sıkça karşılaştığımız fakat dikkatimizi çok fazla çekmeyen bir olgudur. Bu olgu bizim yaptığımız herhangi bir şeyin karşılık bulması ya da karşılık beklememizdir. Örneğin bir iş sahibinden çalıştığımız için maaş istememiz, derslerde başarılı olduğumuzda bunun ilerdeki işe alımlarda ya da üniversite alımlarında yardımcı olması, oyun oynadıktan sonra yorulduğumuz için eve gelip yemek yememiz gündelik hayatta mütekabiliyetin sıkça karşımıza çıktığını gösterir.
Mütekabiliyetin somut bir kavram olması genelde politikalarda, demokraside ve ülkelerin birbiriyle ilişkilerinde karşımıza çokça çıkmaktadır. Bir ülke ile başka bir ülkenin çıkarlarının çatışması sonucunda iki ülkenin de kabul edeceği, lehine olan yolu (yöntemi) bulmasına aslında mütekabiliyet denir. Böyle bir yöntemin kendi anayasalarına geçiren ülkeler günümüzde demokrasi yanlısı ülke olarak sayılıyor. Çünkü hem kendi devletlerinin çıkarı için hem de diğer devleti yıpratmayacak şekilde bunu yaptıkları için barış yanlısı ilan ediliyorlar. Örneğin ABD’nin, 1867 yılında Rusya’dan Alaska eyaletini 7,2 milyon dolara satın alması bir mütekabiliyet ilkesi örneğidir.
Yani ABD Alaska’yı tarım, su kaynakları, güvenlik gibi nedenlerle almış 7,2 milyon dolar vermiştir. Rusya da su kaynakları, tarım alanları kaybedip 7,2 milyon dolar kazanmıştır. Burada hangi ülkenin kazanıp veya kaybettiğini belirleyemezsiniz. Belki ABD 7,2 milyon dolar kaybetti ama oradaki tarım alanları, su kaynakları sayesinde verdiği parayı katlamıştır. Belki de Rusya’nın o dönemde hızlı, sıcak paraya ihtiyacı vardı. Alaska’da olan kaynaklardan kendi ülkesi sınırlarında çokça bulunduğu için 7,2 milyon dolara Alaska’yı satmıştır. Somut veya soyut kavramlardan ortaya çıkan mütekabiliyet ilkesi aslında yaradılıştan bu yana var fakat ilk somut bir kavram olarak ortaya çıkması savaşlardan sonra veya diplomatik ilişkilerde olmuştur.
Mütekabiliyet Ne Zaman Ortaya Çıkmıştır?
Mütekabiliyet soyut olarak yaradılıştan beri bulunan bir olgudur. İnsanın kendisine karşı bir mütekabiliyet duygusu vardır. Hani derler ya şunu yap daha mutlu olacaksın diye. Bu deyimlerden sonra insanlar kendilerini şartlandırırlar. Ancak hukuk alanında ilk defa somut olarak ortaya çıkmıştır. Aslında belli bir çıkış tarihi yoktur. Uluslararası ilişkilerde iki ülkenin barışça tavır sergilemesini hedefleyen bir sistemdir mütekabiliyet.
Mütekabiliyet Neden Uygulanmıştır?
Bu konu her seferinde değişiklik gösterebilir. Fakat genelde hukuk veya politika alanlarında kullanılır. Ülkelerin savaştan sonra da kullanabilecekleri bir şeydir mütekabiliyet. Bu başlıkta değinebileceğimiz çok fazla şey olmadığı için diğer konuya geçiyoruz.
Çift Taraflı Mütekabiliyet Nedir?
Çift taraflı mütekabiliyete ise yine çok fazla örnek verebiliriz. Çok klasik olmaya başlayacak ama Alaska meselesi. Artık içinde ne olduğunu açıklamamıza gerek yok diye düşünüyorum. Bu çift taraflı mütekabiliyette karşılıklı iki taraftan ikisi de kendi çıkarlarına göre hareket ettiğinden dolayı iki taraf da (kendine göre) kazanç sağlıyor.
Mütekabiliyetin Etkileri
Genel olarak bahsettiysek o zaman şimdi biraz daha özel kısmına değinelim. Alaska meselesinden kısaca bahsettik. Şimdi başka ülkelerden (toplumlardan) bahsedelim. O zaman örneklerden ilerleyelim. Mesela Almanya’nın Einstein’ı ‘kullanması’ buna örnek olabilir. Kullanması diyoruz çünkü Albert bunun nükleer bombaya çevrileceğini bilmiyordu. Burada sadece Almanya’nın lehine bir mütekabiliyet vardır. Yani ‘tek taraflı mütekabiliyet’. Tek taraflı mütekabiliyete bir örnek de aslında kölelik sistemidir. Siz bir insanı sırf siyahi diye, ten rengi farklı diye, güçsüz, cılız, şişman diye ya da parası yok, fakir diye diğerlerinden ayırıp çalıştırıyorsunuz.
Bu sistem kimilerine göre kötü kimilerine göreyse iyi bir sistemdir. İyi sistem olması şu yüzden siz aynı zamanda o kişiye ev, kazanç, umut olabilirsiniz bunu yaparak fakat bu sistemi kötü kullanırsanız yani cezalı (kırbaçlı, dövmeli vs.) o kişi bunu zorla yapmış gibi olur. Bu köleliğin bir sınırı vardır aslında ondan bahsediyoruz. Yani siz parası olmayan, iş yapamayacak, güçsüz bir insanı alıp ona uygun bir iş verip çalıştırırsanız bu o insan için bir iyiliğe dönüşebilir. Bu insanın sefalet, parasızlık içinde yaşadığını düşünürsek eğer hiç de kötü bir fikir değil.
Mütekabiliyet Örnekleri
Savaşlarda çok fazla toprak kaybı olduğu zaman ülkeler birbirleriyle temas kurarak toprak verip para alması gibi konular mütekabiliyete girer. Aslında mütekabiliyet hayatımızın her tarafında. Örneğin bir futbol takımının oyuncu satın alması. Oyuncuya milyonlarca Euro para veriyorsun ve o senin takımında ter döküyor, bir kupa için savaşıyor. Buna verebileceğimiz bir örnek de şudur ki Rusya- Amerika arasında geçen Alaska meselesi. Alaska hakkında bilgi verecek olursak ABD’nin şu anda büyük yüzölçümüne rağmen en az nüfus yoğunluğuna sahip eyaleti konumunda.
Yaklaşık 40 bin yıl önce Kızılderililerin Bering Boğazı’nı geçerek Amerika’ya yerleştikleri tahmin edilmekte. Neden Amerika’nın burayı satın aldığını soracak olursak o dönemde gizli anlaşmalarla 1732’den 1867’ye kadar Amerika kıtası Rusların sömürgesi altındaydı. 1867’de bitmesinin nedeni aslında Alaska. O dönemde Amerika yeni keşfedildiği için bol kaynak bulunuyordu. Bu nedenle Amerika’nın bolca parası var fakat toprakları işgal altında gibi bir şey. Amerika ve Rusya da bu yüzden karşılıklı böyle bir anlaşma imzalıyorlar. Bu mütekabiliyete dünya çapında bir örnektir.
Mütekabiliyet kavramı sadece ülkeler arasında olmak zorunda değildir. Mesela marketçilerin, manavların, satıcıların yaptıkları da aslında buna birer örnektir. Çünkü siz o kişiden ihtiyacınız olan bir eşyayı, yiyeceği para karşılığında alıyorsunuz. Karşınızdaki kişi para kazanırken siz de o şeyi almış oluyorsunuz, aslında Rusya-ABD (Alaska) meselesine benzer bir konu bu da. Aynı zamanda bir savaş sonunda veya başında saldırgan olan (olacak) ülke karşı ülkeye bir vasal göndererek o ülkeden bir şeyler talep eder (Toprak, silah, para vb.). Eğer bu istedikleri talep gerçekleşmezse de onların herhangi bir istediğinin olacağını söylerler.
Örnek verecek olursak (sizin ülkenizi saldırganmış gibi düşünelim.) siz bir ülkeye diyorsunuz ki “Eğer sen bize bir eyaletini vermezsen senin askerlerini esir alırız (telef ederiz).” Tabi ki karşı taraf bu iki durumu da kabul etmeyebiliyor. Etmediği zamanlarda da genelde iki ülke arasında tansiyon yükselip savaş çıkabiliyor. Bu işte vasal dediğimiz (vasallaştırma) dediğimiz olay. Vasallaştırma 1. ve 2. Dünya Savaşı’nda sömürgeciliğin de etkisiyle oldukça yaygınlaşmıştır. Bu da tamamen bir mütekabiliyet örneğidir denebilir aynı zamanda.
Mütekabiliyet Yanlısı Ülkeler
Her ülke mütekabiliyet yanlısı olabilir, bunu bilmemiz mümkün değildir. Ülkeler kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettiğinden dolayı yani bu bir çıkar işi olduğundan dolayı farklı görüşleri savunan iki politika da mütekabiliyet yapabilir. Fakat genelde üstün tarafın bu yapılan karşılıklılıkta daha çok şey kazandığını görürüz.
Bu ilkeyi kullanan ülkelerde değişiklik gözlemleniyor. Gerek bu ilkeyi kullanma tarihleri olsun, gerek daha önce yapıp yapmaması, o ülkenin gelişmişlik ve politika düzeyi (komünizm, faşizm) gibi olaylar değişiklik gösterdiği zaman o mütekabiliyet için tartışma düzeyi gibi şeyler de değişiyor.
Nazilerin Sistemi
Kölelik sisteminden (günümüzde kötü olarak bilinen bu sistemden) bahsettiğimize göre kötüden ilerleyelim. 2. Dünya Savaşı zamanında donanmasıyla, silahlarıyla, askerleriyle göz kamaştıran, güçlü bir Almanya (Nazi Almanyası) bulunuyordu. Bütün ülkelerin içinden teker teker geçip, oraları işgal edip, sonrasında kendi toprağına katan bir Nazi Almanyası idi bu. Başında ise herkesin nefret beslediği, korktuğu bir isim Adolf Hitler vardı. Hitler o dönemler faşizmi dünyaya yaymıştı. Güçsüz ile güçlüyü ayırt eden sistem olarak yazılmıştı faşizm. Aslında tam da öyleydi ama Hitler’in devlet içinde gizlediği sırlarla bu politikayı bozduğu öğrenildi. Nazilerde o dönemde çok büyük bir Yahudi düşmanlığı bulunuyordu. Hitler de Nazi olduğundan dolayı o da bu isteklerini şevklendirecek bir şekilde devletin özel sırrı, dışişlerine karışmaması gereken bir sır olması koşuluyla nerede Yahudi görse öldürmeye başladı.
Sadece bununla kalsa iyiydi Nazi sistemi. Yahudi insanlara vaat verip toplama kamplarına almaya başladı (konu buradan bağlanacak). Fakat onlara sefil hayatlarını (Nazilere göre) bitirmesini hedefleyen sistemin bir anda kendilerini öldürdüklerini gördüler. Bütün Yahudi insanları toplayıp toplama kampı adı verilen yerlere götürüyorlardı. Onlar kurtulacaklarını sanırken bir anda işkence uygulanmaya, deneylerde kullanılmaya başlandılar. Savaşın sonlarına doğru ise bu insanlara sıcak bir duş vaadiyle duşlara topladılar ve hem yakarak hem de zehirleyerek öldürdüler. Bunun mütekabiliyet ile ilişkisi ise parantez içinde yazılan yerden geliyor. Onlara vaatler verip kendi vaatlerini gerçekleştirmiş oldular aslında. İşte bu tek taraflı mütekabiliyettir.
Alaska Meselesi ve Devrimler
Dünya genelinde İngiliz Devrimi’nden sonra yaygınlaşan taraf tek taraflı mütekabiliyet olmuştu. Çünkü hem sömürgecilik anlayışı hem Dünya’nın buna karşı çıkmaması (1945-50’lere kadar) hem de vasallaştırmanın yaygınlaşması bu mütekabiliyetin artmasında doğrudan etkisi olmuştur. Tabi Dünya genelinden bahsettiğimizi unutmayalım çünkü Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sömürgeleştirme veya vasallaştırma yapmadığını hepimiz biliyoruz. Dünyada büyük bir meclis kurulana dek tek taraflı mütekabiliyetin yaygın olmasını normal karşılayabiliriz. Çünkü dünya genelini denetlemeyen, insanların katledilmesine, sömürgeciliğe karşı çıkmayan bir genel toplum oluşumları vardı. Bir de Amerika’yı ve orada yaşayan insanları düşünün (Tekrar oraya geldi konu çünkü alakalı). Daha Avrupalılar sizi yeni keşfetmiş. Garip garip aletleri, suda giden makineleri, içinden top gibi bir şey fırlatan garip makineleri falan var. Fakat sizde hiçbir teknolojik gelişme yok. Hala kabilelerde yaşıyorsun, mimiklerle ve “a, u” diye sesler çıkararak haberleşiyorsun ve bu ne olduğunu bilmediğin insanlar gelip sizi katlediyor.
Meclisin yok bir şeyin yok, hakkını savunamıyorsun. “A, u” diyerek karşı çıkamayacağına göre ölüme göz yummaktan başka yapabileceğin bir şey yok. Tabi ki sadece seni öldürmüyorlar. Arkadaşlarını, aileni, kuzenlerini katlediyorlar. Arada bazı tanımadığın kişiler yaşıyor fakat sana faydası ne! Senin yıllardır ilkel ve mutlu bir şekilde yaşadığın, dünya ile bağlantının olmadığı memleketini gelip elinden alıyorlar. Tabi ki dünya genelinde kaynak azaldığı için orayı keşfedenlere de lafımız yok. Fakat Rusya bu bilgileri kullanıp Amerika’yı sömürgeleştirince insanlar katlediliyor fakat bu Rusya’nın umurunda mı? Hayır. Onlar amacına ulaşmış oluyor. Kaynaklarını alıyorlar, paralarını topluyorlar ve oranın toprağını bir de yetmezmiş gibi onlara satıyorlardı.
Türkiye’de Mütekabiliyet
Türkiye’de mütekabiliyet aslına bakarsanız hep vardı. Türkiye toprakları içinde desek daha doğru olur. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nden önce yaşayan toplumların olduğunu unutmamak gerek. Osmanlı Devleti’nin çöküş yıllarına kadar (1690-1920) Türk tarihi çok şanlı zaferlere imza atmıştı. Zaferlerden sonra da vasallaştırma yöntemini kullanmıştı. Fakat dediğim şeyler tamamen tek taraflı mütekabiliyet örneği. Türk toprakları içinde Başarılı çift taraflı mütekabiliyet hareketleri ise 1920’lerde başladı. Neden başarılı diyoruz, daha önceden savaş kaybettiğimizde bize sunulan karşılıklı şartlar isminden farklı olsa gerek. Çünkü savaş kaybettiğimizde bize hiç özgürlük hakkı tanınmamaya çalışılmış, çift taraflı mütekabiliyet denilen şeyin de aslında sadece kazanan taraftan yana olduğunu anlamıştık.
1920’den önceki savaşta yani 1. Dünya Savaşı’nda sömürgecilik yaygındı ve Türkiye’nin bol bol kaynağı olan toprakları vardı. Bu da yabancı (işgalci) devletleri şevklendiriyordu. O sırada bütün parasını etrafa saçmış olan Osmanlı halkında panik duygusu başlamıştı. İşgalci devletler nereye saldırsa alıyor, böyle giderse topraklar sömürgeleştirilecekti. Yapılan mütekabiliyetlerde, karşılıklı görüşmelerde ise yine işgalci devletlerin dediği oluyordu. İşgalci devletler ise sözde bu duruma karşı çıkıp bunun yerine sömürgeciliğin sadece isminin değiştiği “manda ve himaye” sistemini getirdiler. Bu sisteme sadece isminin değiştiği diyoruz çünkü sömürgecilikten farkı 0. Sadece ismi değişik ve daha uysal bir sistem gibi gözüküyordu.
Manda ve Himaye
Manda ve himaye fikri anlam olarak şudur: Güçsüz devletler güçlü devletlerin himayesine girerek hem o devleti hem de kendi devletini güçlendirecek. Bu duyum kulağa hoş geliyor. Aslında da bu fikri çıkan ABD olumlu, pozitif bir olay olacağını düşünüp çıkarmıştı. Yani bu fikir aslında sömürgeciliği bitirmek için çıkmıştı. Fakat zaman içinde ülkelerin bu manda ve himaye fikrini kendi “kötü” niyetleri için kullanması bu olayı sömürgecilik olayı ile çokça bağdaşmasına yol açmıştır. Bu olay, dediğimiz gibi ilk başta iyi bir fikir olduğundan dolayı çift taraflı mütekabiliyet az da olsa artış göstermiştir. Fakat sömürgeciliğe döndürüldüğü zaman tek taraflı mütekabiliyette çok büyük artışlar olmuştur. Bu artışlar sonucunda insanların yaşam kalitesi iyice azalmıştır. Manda ve himaye altına giren ülkelerde daha önce hiç olmadığı kadar hayattan nefret etme duygusu, teslim olma gerekliliği hissi oluşmuştur. Zaten yapılabilecek de bir şey yok düşündüğünüz zaman. Fakat bir süre geçtikten sonra halkın sabrı taşmış ve ayaklanmalar başlamıştı.
Bu sadece Türkiye’de değil, dünya genelinde olmuştu. Ayaklanmalar ise Fransız İhtilali’nde başlamasına rağmen etkileri en çok 1. Dünya Savaşı’nda, savaşın sonunda ve savaştan sonra hissedilmiştir. Tek taraflı mütekabiliyetin kazanan tarafları tam tersine dönmeye başlamış daha demokratik biçimde çift taraflıya daha yatkın olmaya başlamıştır. Artık kazanan devletler ilk başta güçsüz devletler olmasına rağmen onlar olaya sinirli yaklaşıp diğer devletlere saldırmak, onların paralarını almak yerine sadece kendi devletlerini kurtarmanın peşine düşmüştür. Bu da aslında dünyanın demokrasiye geçiş sürecini, mütekabiliyetlerin daha iyi tanınıp, daha çok yapılmasını sağlama sürecini hızlandırmıştır.
Bahsettiğimiz sadece kendi topraklarının derdine düşen toplumlardan bir tanesi de Türk toplumuydu. Aslında buraya pat diye gelmemiz doğru olmaz. O yüzden bir geçmişe göz atalım. Bu 1. Dünya Savaşı’ndan önce de, Osmanlı tarihinde de, Selçuklular tarihinde de büyük iniş çıkışlar sıkça gözlemleniyordu. Bir devletin kurulup yerine başka bir devletin geçmesi de aslında çöküşlerle veya isyanlarla oluyordu. Aslında başka bir devlet demek doğru olmaz. Çünkü sadece ismi değişen bir devlet yapısının toplumu aynı, kültürü aynı, kuralları aynı fakat tek değişen ismiydi.
1900’lere kadar dünyada yazılı çok kaynak bulunmuyordu. Bu yüzden bizim bildiğimiz en büyük çöküş (Yakın tarihte olan) Osmanlı’nın 1690’lardaki çöküşüydü. Bu çöküş 1915’lere kadar devam etmişti. Daha önce tarihindeki antlaşmalarda kazanan, güçlü taraf olsa da bahsettiğimiz gibi 1690’larda bu olay tam tersine dönmeye başlamıştı. 1850’lerde ise artık karşılıklı ilişkilerde kaybeden, güçsüz taraf olmaya başlamıştık. Bu durumda sahneye çok büyük bir lider çıktı. Mustafa Kemal Atatürk! Gençliğinde Fransız İhtilali’nin etkilerini çokça hissetmiştir. O dönemde laik, demokratik, cumhuriyet yanlısı bir okulda, öyle bir çevrede yetişmiştir. Tabi ki bu eğitimin de onda büyük bir etkisi olmuştur.
Türk Halkının Direnişi
Türk halkı 1900’lerde çok korkmaya, çaresizce diğer devletler gibi manda ve himayeye yenik düşmeden başka yapılabilecek bir şeyin olmadığını düşünüyorlardı. Halkı savunacak kimse kalmamıştı. Ülke hem dış borçlarla hem de diğer devletlerin baskısıyla mücadele etmeye çalışıyordu. Ve artık buna güçleri kalmamıştı. Yani kısacası çaresizce biri gelip bizi kurtarsın diye bile beklemiyorlardı, çünkü umutları kalmamıştı. O dönemde de dünyada çok büyük bir sömürgecilik, kaynak arayışı vardı. Türkiye’nin de coğrafi konumu tarıma, sanayiye, ticarete çok uygun, sulak alanlarla kaplı bir kara parçasıydı.
Böyle bir yeri, Avrupa ile Asya’yı birbirinden ayıran, tarıma uygun olan bir toprağı kim istemez ki! Hele bir de o dönemde iseniz, bu toprak parçasının iç karışıklıkları var. Dış borçları artmış yani anlayacağınız savunmasız halde. Bunu gören dış devletler hemen atağa geçip Türkiye’ye saldırmış, orayı kendi himayeleri altına almaya çalışmıştır. Fakat burada vatanını düşünen, ülkenin, bağımsızlığın, demokrasinin ne olduğunu bilen kişiler ortaya çıkmış ve artık “Dur” demeye başlamışlardır. Tabi düşman devletler 10-15 kişiyi dinleyecek olmadıklarından dolayı bir sinek vızıltısı gibi görüp ilerlemişlerdir. Bizimkiler bir uyarmış yok, iki uyarmış yok, üçüncüde artık vatanı koruma hareketlerine girişmişlerdir.
Türkiye ve Savaşlar
Ülke genelindeki cahilliği önlemek için propagandalar, mitingler yapılmaya başlanmıştır. Cahillik dediğimiz ise manda ve himaye altına girilmesi gerektiğini düşünenler, vatanı artık tabulaştırmış olanlar, yabancı devletleri savunanlar için. Halk bilinçlendikten sonra hâlâ savunanlar olmasına rağmen vatanı savunmak isteyenler vatanı bırakmamış, devlete karşı çıkmıştır. O sırada da yabancı devletlerin bizim devletimize baskı uygulaması Atatürk’ün işini zorlaştırmıştı. Padişahın manda ve himayeden yana olmasına yol açmıştı. Fakat halkın gözünde bağımsızlık ateşi sönmüyor, yöneticileri bu sefer vızıltı olarak görüyorlardı. Yabancı devletler saldırmaya başladığı anda halkta ayrı bir hükumet, ayrı bir devlet gibi bir şey oluşmuştu. Düşmanlar saldırdıkça savunuyor, yapılan küçük savaşları kazanıyorduk. Artık insanların ölmesine dur demenin zamanı da gelmişti. Savunmadan bir anda saldırıya geçen Türkler düşmanı yenik yakalamıştır. Yurttaki bütün saldırgan askerleri geri püskürtmüştür. Bu savaşta taktiksel zekâ öne çıkmış, asker sayısının savaş kazandırmadığı ortaya çıkmıştır.
Konumuz olan mütekabiliyete dönebiliriz. Bu savaşı kazandıktan sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştur. Artık karşılıklı anlaşmalarda bizim istediklerimiz yavaş yavaş olmaya başlamıştır. Karşılıklı anlaşmalarda tek derdimizin vatanı kurtarmak olması Mustafa Kemal’in iyi bir eğitim almasının bir meyvesidir. Çünkü herhangi başka bir kazanan devlet olsaydı bu vatan topraklarının yanında para, kaynak vs. de isterdi. Mustafa Kemal dünyanın artık demokratik bir yer olmasını istediğinden sadece vatan topraklarını anlaşmalarla geri almıştır. Osmanlı’nın son döneminde tek taraflı mütekabiliyetlere maruz kalan Türklere çift taraflı, adil bir mütekabiliyet sistemini geri getirmiştir.
Mütekabiliyetin Uygulandığı Antlaşmalar
Karlofça Antlaşması
Karlofça Antlaşması, 26 Ocak 1699 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu ile Kutsal İttifak Devletleri (Avusturya, Venedik ve Lehistan) arasında gerçekleşen kutsal bir barış antlaşmasıdır. Osmanlı’nın bahsetmiş olduğumuz 1690’lardan itibaren çöküşünün başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Karlofça ile ilgili biraz bilgi verecek olursak günümüzde Sırbistan sınırları içinde yer alan bir köydür. Osmanlı Kutsal İttifak Savaşları sonrasında imzalanmıştır. Böyle bir durumda da Osmanlı Kutsal İttifak savaşlarını çöküşün başlangıcı olarak kabul etmemiz gerekir. Bu savaş hakkında bilgi verecek olursak da İstanbul’un fethinden beri Avrupa’yı kuşatmaya çalışan Osmanlılar bu doğrultuda Viyana’ya ilk saldırılarında başarısız olmuştu. İkinci saldırı için harekete geçmişti. II. Viyana Kuşatması’nda da devletin başarısızlığa uğraması Kutsal İttifak Devletleri’ni cesaretlendirmiştir. Ukrayna, Macaristan ve Dalmaçya’da hâkimiyeti ele alıp Balkanlara büyük bir darbe vurmasına yol açmıştır. Avrupa tarihinde bu savaştan çöküşü başlattığı için Büyük Türk Savaşı olarak bahsedilir.
Anlaşmanın imzalanma kısmında ise iki ay süren müzakerelerden sonra kararlar verilmiştir. Ve temsil edecek kişiler belli olmuştur. Bu müzakerelerin bir tarihi özelliği de bir barış anlaşmasında ilk defa taraflar yuvarlak bir masa etrafında toplanmıştır. Sonuçlarına gelecek olursak eğer Osmanlı Karlofça ve çevresi Dalmaçya, Mora kıyıları, Ukrayna ve Podolya’dan resmi olarak vazgeçilmiş oldu. En nihayetinde Osmanlı İmparatorluğu’nun batıda büyük çapta toprak kaybettiği ilk büyük antlaşmadır. Aynı zamanda Osmanlı’nın duraklama dönemi biterken gerileme döneminin de başlangıcıdır. Karlofça Antlaşması aslında kötü sonuçlar doğursa da mütekabiliyetin hem dünyada hem de Türkiye’de başlamasına olanak sağlamıştır. Bu yönden bakıldığında dolaylı yoldan iyi bir antlaşmadır.
Lozan Barış Konferansı
İkincisi ve son önemli, tarihi değiştiren olarak nitelendirebileceğimiz antlaşma ise 23 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’dır. İlk başta düşman devletler böyle bir anlaşma yapmayı planlasa da bu fikir daha çok onların istediği gibi olmasından yanaydı. Atatürk de böyle bir anlaşma yapabilirdi. Fakat burada aldığı eğitim ve barış fikri işin içine girmiştir. Antlaşmaya İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Sırp Krallığı ile TBMM hükumeti katılmıştır. Antlaşmanın yürürlüğe girme tarihi ise 6 Ağustos 1924’tür. Daha öncesinde böyle bir anlaşma planlanmaktaydı. Bunu nereden anlıyoruz? Sevr Anlaşması’ndan. Sevr Anlaşması’na ayrı bir başlık açmıyoruz. Çünkü hem Türklerin kazandığı bir anlaşma değil hem de Lozan ile alakalı.
Sevr Anlaşması yürürlüğe konsaydı eğer ki az da konuyordu. Türk halkının yaşama hakkı yok sayılacaktı, gerçekten tabulaştırılacaktı Türkler. Eğer anlaşma yürürlüğe konsaydı. Konmaması da aslında karşı çıkanlar sayesinde gerçekleşti. Çünkü karşı çıkılmasına rağmen Devlet Yöneticileri kurtulacaklarını düşündükleri için Sevr’i imzalamaya gitti. Fakat Mebusan Meclisi kapatıldığı için imzalayamadılar. Bu da aslında hem şans hem de bizim zekiliğimizden kaynaklanıyor. Bir dahaki anlaşmada ise yani Lozan’da biz daha avantajlı duruma geçmişizdir. Lozan şu anki Türk Devleti’nin bağımsızlığını sağlayan anlaşmadır.