Cumhuriyet Tarihi

Ders: Tarih Söyleşileri: Özden İnönü Toker

Ders: Tarih Söyleşileri çalışmamızın ikincisini İsmet İnönü‘nün kızı Özden İnönü Toker ile gerçekleştirdik. Özden İnönü Toker ile İsmet İnönü’nün hayatını, evdeki yaşamını, çocuklarına olan davranışlarını ve Mustafa Kemal Atatürk ile olan ilişkilerini konuştuk. Özden İnönü Toker ile olan söyleşimize geçmeden önce sayın Özden İnönü Toker’i kısaca tanıyalım.

Özden İnönü Toker Kimdir?

1930 yılında Ankara’da doğan Özden İnönü Toker, İsmet İnönü’nün kızıdır. Ankara Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdikten sonra 1955 yılında gazeteci Metin Toker ile evlendi. İnönü Vakfı’nın kurucuları arasında yer alan Özden Toker İnönü ve annesinin ölümünden sonra bu vakfın başkanlığını üstlendi. Özden Toker İnönü, Ankara’da yaşamını sürdürmektedir.

Özden İnönü Toker ile Söyleşi
Ders: Tarih Ekibi Özden İnönü Toker ile Söyleşide

Özden İnönü Toker İle Söyleşi

Sayın Özden İnönü Toker ile yaptığımız söyleşiyi aşağıda inceleyebilirsiniz. Özden İnönü Toker’e sormak istediklerinizi yorum bölümü üzerinden bize ulaştırabilirsiniz.

1. Babanız İsmet İnönü, on iki sene cumhurbaşkanlığı yapmış ve de cumhurbaşkanlığı görevinin yanı sıra birkaç dönem başbakanlık ve bakanlık görevlerinde bulunmuştur. Bu görevlerinden ötürü İsmet İnönü çok yoğun bir siyasi hayatın içerisinde yer almıştır. Babanız İsmet İnönü çok yoğun olan siyasi hayatı ile aile hayatını nasıl dengeliyordu? Bu aradaki dengeyi nasıl sağlayabiliyor muydu?

Özden İnönü Toker: Vallahi şimdi bunu anlatacak, tam yerindesiniz. Bana sorduğunuz sorunun cevabı bu evde yaşanıyor. Ben üst katta annemle babamın 48 yıl paylaştıkları yatak odasında doğdum.  O zaman hastanede değil, evde doğurtuluyormuş. İşte 1930 yılında ben orada doğmuşum. Gözlerimi açtığım, bilinçli olarak etrafıma bakmaya başladığım zaman etrafımda annemi, babamı, ağabeylerimi, bir de Atatürk’ü gördüm. Onun için hep beraber büyüdük. Çocukluğumuz da beraber burada geçti.

Sizin sorduğunuz, babamın politika ile aile hayatı işte burada birleşti. Bulunduğumuz bu salonda, bilhassa bu masanın etrafında. Bu masanın etrafında babam ve biz eğer biz okulda değilsek; tabii ağabeylerim de benden daha büyük, onların okulda oldukları zamanlar oluyordu. Eğer evdeysek ve o gün babamın çok resmi misafirleri yoksa; biz her zaman bu masanın etrafında toplanırdık.

Babam bu masada, şimdi benim oturduğum yere otururdu, senin yerinde sağda annem,   babaannem ise solda senin yerinde. Biz çocuklar etrafında toplanırdık. İşte babam dışarıdan gelir, önemli kararlar alınmıştır, başbakan olarak ve yahut parti başkanı olarak, ama sonra buraya geldiği zaman tamamıyla bizimle ilgilenirdi. Ama daha evvel, o gün yaptıklarını anlatırdı kısaca. Örneğin; “Bugün çok güzel bir şey oldu, öğrenciler geldi onlarla konuştum, beni davet ettiler” derdi. Ondan sonra da bize sorardı.  Ama bize sorarken hesap sorar gibi değil. Kendisi anlatıyor ne yaptığını. Bizim de ona anlatmamızı isterdi. Onun için, işte ağabeylerime sorar, matematikten, “O zaman tahtaya kalkılırdı”. Tahtaya kalkılıyor mu hala? İşte sorardı, “Tahtaya kaldırdılar mı seni, ne sordular, problem mi sordular, çözebildin mi, coğrafyada ne okuyorsunuz?” Yani hep bizimle ilgili şeyler sorardı.

Bu sofrada her zaman çok uzun yemekler yenilir. Çünkü hep konuşulurdu. Bu konuşmalarda da hakikaten hayatımız birleşiyordu.  Babama göre, Atatürk de aynı fikirdeydi, bir ailenin hiç olmazsa yirmi dört saatte bir masanın etrafına toplanması idi. Çünkü bize, birbirimizi tanıma imkanı sağlıyor. Aynı çatıda yatmak, aynı evde kalmak, herkes başka şeyle meşgul olursa, böyle bir araya gelip de konuşacak vakit kalmıyor.

Bir de eski terbiyeye göre, babamın eski terbiyesine göre çocuklar küçükken, “küçüktür aklı ermez.” diyerek, hep çocukları bastırmaya çalışmışlar. Hatta babam derdi ki, “Ben komutan olduğum zaman bile babamdan çekinirdim. Yani babamın önünde rahatça konuşamazdım.” Hep bir çekingendik, aşırı bir saygı, eski terbiye o. Bizim Türk terbiyesi öyle. Sen küçüksün aklın ermez, büyüklerin önünde konuşulmaz, soru sorulmaz. Hep çocuklar bastırılıyor. İşte bu nedenle Cumhuriyeti kurar kurmaz; o konuşma hakkını, merak etme hakkını, insan olma hakkını biz çocuklara tanıdıkları için, bu evde onlar yaşanırdı.

Babam, bizim yaptıklarımızla da ilgilenir, kendi fikrini söyler, biz, ailesininkine de dikkat ederdi. Bazen de misafirleri olurdu, misafirleri olduğu zaman da eğer çok yabancı değillerse bizde bulunurduk. Örneğin; -“Hasan Ali Yücel’i” biliyorsunuz- Hasan Ali Yücel olurdu, Şükrü Saraçoğlu olurdu, onların hepsi o zamanın büyük işler yapmış devlet adamları. Onlar gelince aileden biri gibi, sizin oturduğunuz yerlerde oturur, “yalnız büyükannem olmazdı” annem, bizler çocuklar, bu masa etrafında otururduk. Onları bizim gibi normal insanlar, olarak görürdük. Cumhurbaşkanı olmak veyahut Başbakan olmak gözümüzde o kadar büyümezdi. Tamamıyla samimi bir ortam.

Ben uzun zaman zannettim ki herkesin babası benim babam gibi. Evde yaşanan şeylerde bir fevkaladelik, herkesin evinde yaşanandan farklı özel bir şey olduğunu çok geç fark ettim. Çocuk olarak bu evin etrafını görüyorum; bu evde yaşıyorum, bu bahçede yaşıyorum, her zaman gelen giden var, babamın misafirleri var, annemin misafirleri var. Biz hepsine çıkıyoruz, hepsiyle konuşuyoruz. El öpüyoruz, onlar bizimle konuşuyorlar. Hep büyüklerin içinde büyüdüğümüz için, bana hiç fevkaladelik bir şey gibi gelmezdi.

Babam yabancı dil öğrenmemize de çok dikkat ederdi. O zamanlar daha önemli olan Fransızcaydı.  O zamanki inanç, Fransızcayı öğrenirsen İngilizceyi öğrenmek daha kolay, onun için hiç olmazsa Fransızca öğrenip İngilizceye de çevirebilirsin. Daha çok Fransızca konuşulurdu. Onun için biz hep Fransızca ders alırdık, öğrenirdik, ve gelen misafirle de yabancılarla da bazen yabancı dilde konuştuğumuz olurdu.

Bu sofra adeti Atatürk’te de vardı. . Hep anlatıyorum, ben Atatürk’le de beraber yemek yedim. Atatürk benim oturduğum yerde oturuyor, ben o senin son sıradaki iskemlende otururdum, Atatürk’le beraber yemek yedim. Ülkü’nün sayesinde. Çünkü Atatürk de, babam nasıl bize çocuk olarak önem vermeye çalıştıysa, Atatürk de hep yanına aldığı çocukları, gençleri, genç kızları; tabii onların en ufağı Ülkü’ye öyle davranırdı. Ülkü benden iki yaş küçüktü. Atatürk buraya gelirken, bazı akşamlar, Ülkü’yü de alıp getirirdi. Atatürk’ün şöyle bir adeti vardı. Haftada birkaç defa, benden evvel de sonra da buraya arkadaşlarıyla beraber, çalışma arkadaşlarıyla beraber gelip, burada çalışıyorlar, yani akademik yemekler yiyorlar.

İlk benim hatırladığım, Ülkü’yle beraber sizin girdiğiniz kapıdan içeri girdi, yukarıdan ağabeylerimle merdiven başında Atatürk’ü seyrediyoruz. Bir de baktık yanında küçük bir kız var. Beni çağırdılar. Ben aşağı inince de Atatürk Ülkü ile beni tanıştırdı. Bak, dedi Ülkü’ye, bu senin yeni ablan, Özden abla; bana da dedi, yeni bir kardeş, Ülkü. Atatürk, “Hadi bakalım şimdi yukarıya çıkıp oyun oynayın” dedi. Biz de yukarıya çıkıp oyun oynadık. Sonra yemek saati gelince Atatürk seslendi, Ülkü, Özden aşağı inin, diye. Biz de aşağı indik, Atatürk’ün elini öptük. Bu sofrada iki uçta, bir tarafta ben oturuyorum, misafir olduğu için benim bir üstümde Ülkü oturuyor. Bu masada bizim yemek yememizi isterdi, yoksa nasıl olsa yukarıda bir yerde yemek yerdik. Ama Atatürk, bizim bilhassa orada olmamızı, size bunları anlatayım diye istemiş. Başka bir manası yok. Neden bizi çocuk olarak oraya oturtsun. Aradan seksen sene geçecek, sizler geleceksiniz, ben size bunları anlatacağım diye.

Babam, son derece meraklı bir babaydı. Mesela birimiz, aramızda bir çocuk hasta olduğu zaman kıyameti koparırdı. Ne zaman hasta olsak endişelenirdi aynı şekilde benim çocuklarım için de öyleydi. Birimiz hasta oldu mu hemen panikler, doktorları çağırırdı. Babam için önemli olan sağlığımızdı. Eğitimimiz de aynı şekilde, bizim zamanımızda özel okul yoktu, biz hep resmi (devlet) okullarda okuduk. Buraya gelirken görmüşsünüzdür yolda bir Çankaya İlkokulu var hepimiz orada okuduk, çocuklarım da orada okudu. Sonra ben Kız Lisesi’nde, ağabeylerim Gazi Lisesinde okudu. Daha sonra ben üniversitede Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde okudum. Hep farklı yerlerden gelen çocuklarla birlikte okuduk, babamın istediği de oydu zaten.

Mesela bir arkadaşım anlatmıştı, bizim zamanımızda ünlü bir spiker vardı adı Jülide Gülizar. Ben Kız Lisesi’ndeyken okulumuza Konya’dan gelmişti Ona cumhurbaşkanının kızı da burada demişler. O da merak edip görmek istemiş. Sonra beni gösterdiklerinde çok sükutu hayale uğramış. Bizden bir farkı yok ki demiş. Bizim için de önemli olan oydu Yani cumhurbaşkanı kızı olmamın hiçbir marifeti yoktu. Sadece ben burada doğmuşum, tesadüfen babam Cumhurbaşkanıymış ve bu şartlarda büyümüşüm. Tabii ki çok farklı bir hayat yaşıyorduk bu evde ama burası da bizim evimizdi. Biz kendimizi o şekilde görüyorduk diğerlerinden farklı yetişmedik.

Bunların dışında babam sevdiği şeyleri bizimle paylaşıp bize öğretmeyi çok severdi. Mesela kitap okumayı.  Bizim okuduğumuz kitapları takip ederdi. Kendi kitaplarından da bahsederdi. Ata binmeyi çok severdi. Hepimize daha küçücükken ata binmeyi öğretmişti. Attan düştüğüm zaman yanıma gelir “Kızım niye indin?” derdi. Düştün demezdi niye indin derdi. Sonra hadi bakalım tekrar bin der, bindirirdi. Yüzmeyi çok severdi. Heybeliada’da beni alırdı iskelenin kenarından denize bırakırdı.

Ben de can havliyle çırpınarak su üstüne çıkardım, tabii ki etrafta hemen beni çıkaracak insanlar vardı ama ilk olarak bana o cesareti de verdi. “Seni atacağım çırpınıp çıkacaksın yüzme o.” derdi. Yüzmeyi ben öyle öğrendim. Tabi o kadar kolay olmadı. Hatta deniz kıyısına giderken benimle alay ederlerdi “Kurbanlık koyun gibisin” diye. Korka korka öğrendim işte. Sevdiği şeyleri biz de sevelim ve yapalım isterdi. Klasik müziğe çok meraklıydı onun için hemen bana piyano dersi aldırttı, beni konserlere götürürdü. Ağabeylerim büyük olduğu için onların dersleri vardı o yüzden onları çok götüremezdi.

Babam genç bir Osmanlı subayıyken Yemen’e gidiyor oradayken gramofon ve plak buluyorlar. Duydukları klasik müzik babamın klasik müziği sevmesine sebep oluyor. Annemle, 1916 yılında evleniyorlar ve evlendikten 20 gün sonra babam 1. Dünya Savaşı Diyarbakır’a cepheye gidiyor gitmeden önce anneme bir piyano alıyor ve hemen ona piyano dersi aldırmaya başlıyor. Kendi sevdiği şeyleri eşiyle de paylaşıyor. Bana da bir piyano almıştı ama ben pek kabiliyetli değildim.  Daha sonra aynı piyanoda İdil Biret de çaldı. O ve Suna Kan için 1948 yıllarında babam Harika Çocuk Yasası’nı çıkarıyor. Bu kanunla beraber ikisi de anne ve babalarıyla birlikte yurtdışına yollandı ve eğitim gördüler.

Söylediğim gibi, yabancı dil öğrenmeyi çok severdi. Mesela ben İngilizce öğrenmeye başladığım zaman Atatürk Orman Çiftliği’ne giderdik orada yanımızda sözlükle roman okurduk. Babamın yabancı dil öğrenme şekli oydu her zaman yanında bir lügat bulunurdu. Okuduğu her kelimenin Fransızcasını, İngilizcesini veya Almancasını bilmek isterdi. Çok meraklıydı siz de öyle yapın. Çok güzel mektupları vardı. Ağabeylerim yurt dışındayken hem onların hayatlarını sorar hem de burada ne olup bittiyse anlatırdı. Yani babam için aile paylaşım demekti. Aile içerisinde en önemli şey herkesin birbirinin sevinciyle, üzüntüsüyle, hayalleriyle, yapmak istedikleriyle paylaşması. En önemli şey oydu.

2. Babanızın siyasi kimliği sizle olan ilişkisini etkiledi mi? Etkilediyse ne gibi sonuçlara yol açtı?

Özden İnönü Toker: Etkilemedi, dediğim gibi biz onu bizden farklı olarak görmedik. Bunu tabi daha çok büyüyünce anladık. Eskiden babam çoğu zaman muhtelif saatlerde gelirdi ve etrafı hep kalabalık olurdu. Babam çoğunlukla çalışırdı fakat bu yoğun tempoya rağmen bize hep vakit ayırırdı. Bizim için hep bir şeyler yapardı. Ben doğduğumda babam başbakandı, Ben büyümeye başladığımda ise Cumhurbaşkanı oldu. Buna rağmen herhangi bir farklılık hissetmedik çünkü babam da bize farklı davranmıyordu. Bunu ancak büyüdüğümüzde anladık. Hatta bir keresinde ağabeyim ile sokakta dolaşırken yürüyenler: ‘‘ İsmet Paşa’nın oğulları’’ demişler,  Erdal Ağabeyim de bu durumdan rahatsız olmuştu. O biraz hassastır bu konularda.

3. Babanızın İsmet İnönü olması sizin sosyal hayatınızı nasıl etkiledi? Sizin üzerinizde hiç baskı yarattı mı?

Özden İnönü Toker: Ağır bir sorumluluk. Yani tabi İsmet Paşa Cumhurbaşkanı olduğu için değil ama İsmet Paşa’nın hep kendi doğrularını yaşatmanın sorumluluğunu hissettim. Biz Atatürk ile konuşurken hep bana “Kendine güveneceksin, sen kendin önemli bir şeyler yapacaksın, babanın kızı olmak önemli değil, kendin bir şey yapacaksın.” derdi. Ayrıca konuşurken hep bizim gözlerimizin içine bakardı ve hep derdi ki “Konuşurken karşınızdakinin gözünün içine bakın.” “Bu karşınızdakine sizin güveninizi gösteriyor.”  Halbuki tam aksine, derler ki Atatürk’ün gözlerinin içine bakılmaz. O kadar sert bakarmış ki… Valla çocuklar o kadar sert bakmazdı.Tam aksine çocuklara çok sevecen bakardı. Onlar da gözünün içine baksın diye.

Eskiden babamla sokakta yürürken yoldan geçenler babama selam verirdi. Babam isterdi ki ben de onlara selam vereyim. Onların tebessümlerine biz de karşılık verelim. Bu aslında Türk kültüründe de var. Atasözleri, deyişler hep bizim kültürümüzdeki nezaketi ifade eden şeyler. Bizim evde temel o. Özetle babamın İsmet İnönü olması, benim yaptığım işlerde ona layık olmaya çalışmak, kendimi ona beğendirmek için çabalamama yol açtı.

4. İsmet İnönü Vakfı’nın temsilcisi konumundasınız ve vakfın işlerini yürütüyorsunuz. İsmet İnönü aracılığıyla ise tarih hakkında bir sürü bilgiye sahipsiniz ve bunları aktarıyorsunuz. Geçmiş ile ilgili böyle bir köprü kurmak sizi nasıl hissettiriyor?

Özden İnönü Toker: Biliyor musun bu soruyu bana küçük çocuklar da soruyor. Pembe Köşk’e yapılan ziyaretlerde de dikkatimi çekiyor, en iyi soruları çocuklar soruyor.  Büyüdükçe çocuklar daha bir sıkılıyorlar ve yanlış bir şey sormayalım diye susuyorlar. Küçükler bazen bana soruyorlar “Ne diye bu köşkü ziyaret ediyoruz?”. Sonra da bana mesela “Bu evde sıkılmıyor, korkmuyor musun?” diye soruyorlar.

Genel olarak bu köşkü ziyaret eden çocukların sorduğu iki soru var. Birincisi öğretmenim kaç yaşındasınız, ikincisi Atatürk’ün özünü mü gördün. Özünü gördün mü ne demek? Yani dokunduğun zaman eli sıcak mıydı, nefes alırken göğsünün inip çıktığını görüyor muydun, gözleri açılıp kapanıyor muydu, yani canlı mıydı? Canlı olarak gördüğünü söyleyince, sen nasıl bu kadar yaşadın diyorlar. Halbuki Atatürk o kadar uzakta değil, Atatürk hakikaten benim kadar yaşama şansına sahip olmuş çoğu kişi ile iletişim halinde bulunmuş. Onu çok eski dönemlerde aramaya gerek yok, o bizim bu devrimizde yaşadı, biz nasıl yaşıyorsak o öyle yaşamış ve bizi daha iyi yaşatmaya çalışmış.

Ben istiyorum ki bu evdeki her şey 80 yıl önce nasılsa aynı kalsın, bu eşyalar… Mesela şu anda oturduğumuz koltuklar Atatürk’ün hediyesi. Bu vitrinler, etraftaki masalar, dolaplar, o saat… Onların hepsi Atatürk’ün hediyesi olarak gelmiş bu eve. Nereye baksan Atatürk’ü görüyorsun. Onun için bu evde yaşamak bana Atatürk’ü de yaşatmak manasına geliyor. Oturduğum yerde Atatürk oturuyordu. Ben de onun yerinde oturuyorum. Onun için benim anlatacak şeylerim çok. Ve ben bunları gelen çocukların yaşına göre, neyi merak ediyorlarsa ve seviyelerine göre anlatmaya çalışıyorum.

Büyüklere burada nasıl akademik yemekler yeniyordu, onları anlatmaya çalışıyorum. Ben gördüm onları. O akşam neler konuşulacaksa, bir sorun mu varsa, çare mi aranıyorsa, hangi konuysa,  Atatürk iyi bilen insanları masanın etrafında bir araya getiriyor. Konuyu açınca “Fabrika kurulacaktır, bir köprü yapılacaktır.” dedikten sonra teker teker fikirlerini soruyordu. Sonra kendi fikrini söylüyor tartışıyordu. En azından benim masada oturduğum ve onları gördüğüm zamanlarda izlediğim, sadece Atatürk’ün fikirlerinin değil, başkalarının söylediği ve onun da doğru bulduğu kararların da burada alındığıydı. Onlar tatbik edilirdi. Yoksa Atatürk ben şunu yapacağım, bu şöyle olacak şu böyle olacak, hiçbir zaman ben duymadım. Büyüklere bunu anlatıyorum.

Ama çocuklara Atatürk’ün çocuklarla konuştuğunu, bir keresinde bana büyüyünce ne olmak istediğimi sorduğunu, benim öğretmen olmak istediğimi bunun onun da hoşuna gittiğini ve “Biz ne yaptıksa öğretmenlerimiz sayesinde yaptık. Yapacak çok işimiz var. Onun için sizin de iyi öğretmen olmanız lazım. İyi öğrenciler yetiştirmeniz lazım”. Dediğini anlatıyorum. Sonra da Ülkü’ye dönmüştü, Ülkü “Ben balerin olmak istiyorum.” dedi. Düşünün şimdi balerin olacağım demek bizim hoşumuza gidiyor. Fakat bu 80 sene evvel şu an oturduğumuz masada konuşulan bir konu. 80 sene evvel demek ki o 5 yaşındaki çocuğun bale hakkında bir fikri vardı. Bale dediğiniz şeyin içinde dans var klasik müzik var. Bu çocuk demek ki onları Atatürk’ün evinde görmüş.

Daha küçüklerle de tabii yine Ülkü’den bahsederek, benim bebeklerimi göstererek, ben tabii hala bebeklerimi sakladığım için, onları 23 Nisan’da sergiliyoruz, ya da Atatürk’ün çocuklara nasıl yakın davrandığından bahsederek konuşuyorum. Onlara spor yapıyorlar mı, ne olmak istiyorlar diye soruyorum. Tabii Atatürk’ün döneminde şartlar değişik, gene mesela Kurtuluş Savaşı sırasında hatta bir futbol maçı tertip ediyorlar, bilmem onu bilir misiniz? Mesela babamın anılarında var, günlüklerinde, tenis oynuyorlar, top kaçıyor almaya çalışıyorlar, Kurtuluş Savaşı sırasında mesela babam cephede genç subaylarla, hepsi atlı subay tabii, yarışlar yapıyorlar. Atlamaya çalışıyorlar, günlüğünde not etmiş mesela babam “Ben düştüm.” diye. Yani hayatlarında kendi şartlarına göre hep sporla veya müzikle uğraşmışlar.

Bizim ailede Erdal ağabeyim okumaya daha meraklıdır. Mektuplarında babam Erdal ağabeyime “Okumak güzel ama insan tek taraflı olmamalı. Spor da yapmalı, müzik de yapmalı, tiyatro, opera bunları da yapmalı.” şeklinde teşvik etmiş.

5. Hem İnönü Vakfı gibi bir vakfın yöneticisi olarak, hem de İsmet İnönü gibi geniş bir kitleye hitap etmiş tarihi bir kişiliğin yakını olarak, insanlarla köprüler kurmak adına en önemli gördüğünüz noktalar nelerdir?

Özden İnönü Toker: Bir kere doğal olmak, en önemlisi o. İnsanlarla konuşmak ve anlaşabilmek için en önemlisi doğal olmak. O doğallık size nereye giderseniz gidin, oraya girme rahatlığı veriyor. Sizin taraftarınız olur veya olmaz, tabi oraya girince sana hangi gözle baktığını hissediyorsun. Cumhurbaşkanının kızı olarak ya da kendi yaşıtları gibi bakanlar varsa ben onların bakışlarından hallerinden anlıyorum. En iyisi senin i doğal olarak girdiğin yerde mümkün olduğunca herkese aynı yakınlığı ve aynı ilgiyi göstermek. Bir defa yakınlaşmak için karşınızdakini iyi anlamanız lazım. En önemlisi o.

Konuşurken, tartışırken sesinizi yükseltmemek. Kim daha yüksek sesle bağırıyorsa o haklı değil. Hem kendinizi anlatmamış oluyorsunuz hem karşınızdakini anlamamış oluyorsunuz. Önemli olan onun ne düşündüğünü anlayarak cevap vermek. Tartışmalarda duygularınızla değil aklınızla anlayarak “Niye böyle düşünüyor?”, “Niye buna inanıyor?” diyerek veya “Niye inanmıyor?” diye düşünüp ona anlayarak cevap verdiğiniz zaman çok daha fazla tesir edersiniz ve onu ikna etmekte daha başarılı olursunuz. Yoksa sadece daha çok bağırınca veya daha yüksek sesle konuşunca kimse kimseyi anlamıyor, Onun için girdiniz yerde her zaman saygılı olmak bambaşka bir şey.

Hareketlerinizle karşıyı rencide edecek hiçbir şey yapmayarak yaklaşmak, onları anlamaya çalışmak en önemlisi. İnsanlarla konuşmak için duygularınızı öyle kullanacaksınız. Ortak noktalar bulmakta duygularınızı kullanıp ama önemli konularda aklınızı kullanıp akılla tartışmanız lazım. Aklınızın ağır basması lazım. Eğer bu dengeyi kurarsanız her yere rahatlıkla girebilirsiniz. Hiç çekinmeden korkmadan hangi şartlara olursa olsun oraya rahatlıkla girebilirsiniz.

6. O zaman İsmet İnönü’nün kızı olmanız çok ağır bir baskı kurmuyor diyebilir miyiz?

Özden İnönü Toker: Kurduğu baskı bizi bu şekilde hareket etmeye teşvik eden bir baskıydı. Olumlu bir baskıydı. Olumsuz bir yönde baskısı yoktu. Biraz evvel bahsettiğim şeyler. Size selam veren birine selam vermek gibi, güler yüz bilhassa o çok önemli. Mesela yabancıya sokakta yürüdüğün zaman tanımadığın biri sana bakıyorsa ona düşmanın gibi bakacağına gülersin kafanı sallarsın. Ne kaybedersin? Bir yere girdiğin zaman toplantıda yahut en basit bir eczaneye girdin sana yardım eden birine  güler yüz göstermek, yaptıklarını takdir ettiğini, belli etmek. Hepsi güler yüzle. Sesinde de onu hissettirmek. Senin istediğin onlara yaklaşmak onları kendine yakın birisi olarak görmek. En kolayı da bu. Yeter ki siz, herkesin birbirine saygı gösterdiği ve birbirinin sözünü kesmeden dinlediği bir yaşam tarzını kabul ediniz. Bize öğretilen yabancı bir yerde, yabancı bir ortamda da aynı şeyleri yapmaktı.

7. Gazeteler, haber programları gibi medya unsurlarıyla hayatınız boyunca içi içe olmuşsunuz. Eşiniz Metin Toker’in de gazeteci olduğu biliniyor. Bunun üzerine günümüz medyasıyla 1950’lerin Türk basını arasında nasıl bir karşılaştırma yapabilirsiniz? İnsanlara haber verme, onlarla ilişki kurma üzerine neler değişti, neler aynı kaldı?

Özden İnönü Toker: Tabi benim eşim bir gazeteci. Babamı biz çok sayarız. Biraz önce söylediğim gibi bizle arkadaş olmaya çalıştı ama tabi başaramadı. Torunlarıyla arkadaş oldu. Biz babama karşı her zaman daha saygılı olduk. Ama ona rağmen babam bize kendi istediklerimizi rahatça ona söyleyebilme hakkı tanıdı. Biz istediğimiz şeyleri babama rahatça söyleyebilirdik o bunların bazısını kabul eder bazısını kabul etmez o zaman karşılıklı tartışma değil ama örneğin; ağabeylerim hayati konularda hep kendi istedikleri meslekleri  seçtiler. Ömer ağabeyim makineye meraklıydı o yüzden makine mühendisi olmak istedi.O zamanlar o İstanbul’a yatılı olarak gidecekti o zordu. Ama onları razı etti, Erdal ağabeyim hem felsefeye hem matematiğe meraklı. İkisinin arasında daha çok felsefe üzerinde iken sonra kuantum fiziği çıkınca, ağabeyim fizikle felsefenin yakınlaştığını görünce matematik fizik okuyarak aynı zamanda felsefe merakını devam ettirebileceğine inandı.

Babam da zaten ona “Hayat felsefeyle geçmez en iyisi sen matematik yap.” demiş. Birleşmişler sonunda. Ben kendi eşimi  kendim seçtim. Benim ağabeylerim hep tanıdığımız ailelerin çocuklarıyla evlendiler. Ömer ağabeyimin eşi Engin ailemizin uzun süredir tanıdığı bir ailenin kızı olarak onunla evlendi. Erdal ağabeyim de eşi Sevinç Heybeliada da komşumuzdu. Sevinç’in babası İstanbullu, Karadenizli bir politikacı ve işadamı. Aileler birbirini çok iyi tanıyorlardı. Halbuki benim eşimin ailesini hiç tanımıyorlardı. Ne eşimi ne ailesini tanıyorlardı. Ben nasıl konuştuysam babamı ikna ettim. Babam Metin’i çağırdı. Gördü, konuştu. Beğendi ki o da razı oldu. O şekilde evlendik. Demek ki babamıza olan bütün saygımıza rağmen hayati konularda, onu ikna etmemiz şartıyla istediklerimizi yapmayı başardık. Babam bize öyle bir hak tanıyordu.

8. Günümüz ile 1950’li yıllarının medyasının benzerliklerinden ve farklılıklarından bahsedebilir misiniz?

Özden İnönü Toker: Tekrar edeyim benim eşim Metin Toker bir gazeteciydi. Bu sofrada babamla Metin, uzun seneler beraber oturduk, yemek yedik. İhtilalden sonra biz ailece buraya babamın evine geldik. 1962’den sonra ben, eşim ve üç çocuğumla Pembe Köşk’e taşındık.  Babamla 13 sene beraber oturduk. Bu masada hep, her zaman tartışmalar olurdu. Çünkü babam her konuyu devlet adamı gözü ile görürdü. Öyle savunurdu.

Metin ise gazeteci olarak görürdü. Metin daha aceleci, daha heyecanlı, babam daha sakin daha sabırlı. Hep tartışırlardı. Biz annemle heyecan içinde seyrederdik. Tatsız bir şey olmasın diye, ama sonunda olmazdı, anlaşırlardı ve bu böyle devam ederdi. Metin için gazetecinin aile hayatında bile vazifesi yanlışlara işaret etmekti. Onu öyle kabullenmek lazım. Örneğin; babamın iyiliğini düşünerek dışarıda duyduklarını buraya taşıması babamın söylediklerine ters düşüyordu.  Eleştiriyi kötü niyetle almamak lazım. Eleştiri bir şeyin nasıl doğru yapılacağını beraberce bulmaya çalışmak. Sen fikrini söylersin o kendi düşüncesini savunur. Birbirinizi anlamaya çalışırsınız. Sonunda anlaşırsınız. Eninde sonunda doğrusunu bulursunuz. Bu kadar basit. Gazetecinin işi bu.

Metin babamdan beni istemeye geldiği zaman, yandaki odada oturuyorlar. Konuşuyorlar. Babam onu tanımaya çalışıyor. İlk sorduğu şey ” Kaç para alıyorsun”. Tabi önemli, kaç para aldığı. Hayat yalnız güzel laflarla olmuyor. Karın da doyurmak lazım. O sıralar ‘‘Akis Dergisi’’ diye bir dergi çıkarıyordu. Bilmem hiç Akis’i gördünüz mü. Time Dergisinin benzeriydi. O boyutlarda ama kağıdı o kadar güzel değildi. Baskısı net değildi. Resimler iyi çıkmazdı ama her şeye rağmen çok satılırdı. 1955’lerde filan basılmaya, çıkmaya başladı. Sonra 1967’lerde kapandı. O dönemde Akis politikaya meraklı olan ve olmayan herkesin heyecanla takip ettiği bir dergiydi.  Politika, gazetecilik her konuda orada tartışılıyordu. İşte doğrular, kendi fikirleri, Metin’in imzalı yazıları da vardı. Fakat o sırada Demokrat Parti iktidarda ve onlar da muhalefeti, tenkiti hiç kaldıramadıkları için Metin iki defa mahkum oldu, iki defa hapse girdi tutuklandı.

Ben Metin ile evlendikten sonra küçücük bir apartman dairesinde oturuyoruz. Nerede oturman önemli değil. Yeter ki sen oradan mutlu olasın. O sırada büyük kızım Gülsün Bilgehan’a hamileyim. Metin bana telefon etti. ‘‘Sen otur şimdi’’ dedi. ‘‘Niye’’ dedim, ‘‘Otur otur’’ dedi. ‘‘Beni geldiler şimdi götürüyorlar’. ‘‘Eve de gelmeme müsaade etmiyorlar, ama işte sen doğum oluncaya kadar gelme, bebeği de 40 günlük olduktan sonra getirirsin’’ diye planlar yaptı. Tutuklandı gitti, 8 ay. 8 ay tutukluydu. O sırada babam onu ziyarete gidiyor, babam onu takdir ederek, onu desteklediğini söyleyen bir iki kelime yazmış. Metin cevaben; ‘‘İşte Özden size emanet ama sakın benim hakkımda hiçbir girişimde bulunmayın, hiçbir şey yapmayın. Yaparsanız çok üzülürüm, ben burada rahatım. Siz Özden’e bakın’’ diye öyle bir yazısı var.

Babam onu hiç çıkarmaya çalışmadı. 8 ay orda kaldı. Ama ne oldu, biz haftada bir – iki defa babamla beraber cezaevine giderdik. İlk zamanlarda cam arkasından gösterirlerdi. Sonra acıdılar, artık utandılar babam gidiyor diye. Müdür odasına gideriz, oraya Metin’i çağırırlar, işte müdür huzurunda, konuşulur. Zamanı gelince alıp götürürler. Biz de müdürden izin alır ayrılırdık. Öyle devam etti. Bu ilk. Onun hikayesi de şöyle:

Demokrat partinin gazete sahibi olan bir milletvekili bakan olduktan sonra o politik gazeteyi yuvalara varıncaya kadar bütün okullara abone ettiriyorlar. Metin’de yazılarında bu yapılanların doğru olmadığını, artık bakan olan kendi gazetesini zoraki abone edip satmasının doğru olmadığının yazıyor. Bakan bunu hakaret olarak görüp Metin’e hakaret davası açıyor. Bakan diyor ki  ” Ben o gazeteyi sattım. Artık benim üzerimde değil. Ne yapılıyorsa yapılıyor, ben sorumlu değilim.” Metin, Noterden tastikli bir belge götürüyor… Noterden alınan belgeye göre gazete hala bakanın üzerinde olduğu öğreniliyor. Aslında Metin beraat ediyor fakat o sıralar ispat hakkı yok. Bu konu hakkında bir kanun var. Eğer birisinin veya bir bakanın hırsız olduğunu yakalayıp hırsız olduğunu söyleme hakkın yok. O yüzden Metin sekiz ay yattı.

Sonra ikinci defa, ikinci kızım Nurperi Özlen’i beklerken gene böyle bir şey oldu. Bu sefer Metin bir sene ceza aldı. Ama yine aynı zamanlara denk geldiği için bir ay izin verdiler. Doktordan rapor alındı. Bir ay sonra tekrardan hapse girdi. Karar çıktı on beş gün sonra ben ikinci kızımı dünyaya getirdim. Ama o zaman Metin on beş gün yanımda kaldı. On beş gün sonra yeniden gitti ve bu sefer on iki ay yanımda yoktu.

Bu seferki suçu Başbakan Menderes’e, Kıbrıs Sorunu başladığı zaman takip ettiği politikasında ideal arkadaşları olarak Nihat Erim ile başka bir gazeteciyi göstermesiydi. Nihat Erim babam ile beraber çalışmış bir politikacıydı. Gazeteci ise tanınan bir isimdi. Hatta Nihat Erim ona danışmanlık teklif edildiği zaman gelip babamdan müsaade istemişti. Cezası 12 aydı.

Üçüncü çocuğumu beklerken arkadaşlarım “Sen akıllanmazsın ikisinde de zor oldu ve kocan hapse girdi, tutuklandı. Ne akıl” derlerdi. O zaman babam Başbakan olmuştu. Daha sonra iki darbe teşebbüsü oldu. Aydemir diye biri biliyor musunuz? Talat Aydemir. O Talat Aydemir’in darbe teşebbüsüydü. O zamandı ama artık o saatten sonra oradan da bir şey çıkmadı zaten.

Şimdiki zamana göre karşılaştırırsak o zaman hiç olmazsa neyle suçlandığını biliyordun.

Her iki mahkumiyette bulunan suçlar son derece saçma ve uydurmaydı. Ama hiç olmazsa kendilerine göre bir suç uyduruyorlar ve ceza süresini açıklıyorlardı.

Bazı şeyler ancak çok kötüleştikten sonra iyileşiyorlar. Toplumlarda dünyada da…  Dünya’da başlayan bütün Cihat Savaşları 1. ve 2. Dünya savaşları hep böyle başlamıştır. Bir şeylerden haksızlık, haksızlığa karşı yapılıyor ben şunu yapacağım ben bunu yapacağım diyor. Ondan sonra bütün Dünya karışıyor. 2. Dünya savaşında 72 milyon insan öldü ve o savaş 72 hafta sürmüştü.  Demek ki her hafta 1 milyon insan ölmüş. Neden? Çünkü Hitler Almanya’yı daha büyütmek istedi. 1. Dünya savaşında ona haksızlık yapılmış Polonya’ya ve Fransa’ya verilen yerleri alacağım diye başladı. Ondan sonra bütün dünyaya sahip olmaya kalktı.. Böyle küçük hatalardan bütün dünya etkileniyor. Bu demek değil ki karamsar olmamız lazım. Zor dönem geçiriyoruz. Aslında benim çocukluğuma dönelim Cumhurbaşkanı çocuğu olmak zor dedim ama işte şimdi ki dönem de öyle herkesin sorumluluğu var. Zor bir dönem geçiriyoruz. Herkes sorumluluğu hissedip sorumluluğa el koyması lazım.

9. Görüşünüze göre Dünya ne kadar kötüye giderse gitsin bir süre sonra iyi olacak. Değil mi?

Özden İnönü Toker: Çocuklar şimdi bakın. Bana neler gösteriyorsunuz? neler anlatıyorsunuz? Elinizde bilgisayar var. Teknolojide bu kadar ilerleme var. Olduğunuz yerde bütün dünyada ulaşılan bilgi ağına giriyorsunuz. Elinizde bu var iken 300 sene evveline dönmek ister misiniz? İstemezsiniz, dönemezsiniz. Yani o dönemin iyi taraflarını tabi ki almak lazım. Zaten bak benim babamın ve Atatürk’ün Cumhuriyet’i kurarken bütün onların yaşadıkları dönem Osmanlı İmparatorluğu’nun son kuşağı.  Ben kendimi Cumhuriyet’in ilk kuşağı olarak görüyorum. Onlar Osmanlı’nın son kuşağında yaşamışlar. Onun için yanlış yapılan şeyleri görmüşler ve sıkıntılarını çekmişler.

Bir kere askeri okulda çok iyi eğitim almışlar ve o eğitim ile beraber hep yanlışlara çare bulmaya çalışmışlar. Kadınlara hak vermeye, etraflarında yapılan hataları görerek karar vermişler. Ne biliyim alfabeyi değiştirmek… Yani her millet Fransızlar Fransızca yazıp Fransızca okuyor. Araplar Arapça yazıp Arapça konuşuyorlar. Türkler söyle bakıyım. Türkler ne ile yazıyor ve ne ile konuşuyor? Türkçe konuşuyor ve Arapça yazıyor. Herkes kendi dilini yazarken biz başkalarının dilini yazıyoruz. Her sesin karşısında İngilizcede ve Fransızcada birkaç harf yazarsın bir ses çıkar. “th” mesela… İngilizcede, Atatürk onun yerine “ş, ç” hepsini koymuş. “o, ü, ö, i” hepsi ayrı. Arapçada hiçbiri yok.

10. Batıdan örnek almış. Fakat kendi dilimize ve kültürümüzü de yansıtacak  şekilde harf ekleyip harmanlamış. Zaten yaptığı inkılaplarda da görüyoruz. Hep Batıdan örnek alıyor ama kendi kültürümüzü yadırgamadan empoze etmiş.

Özden İnönü Toker: Kendi kültürlerini korumuşlar yani senin dediğin gibi kendi kültürlerine sarılıp Batıdan gördüklerini üstlerine almışlar. Reformlar ilave olarak gelmiş, bizim benliğimizi değiştirmemiş. Sentez o şekilde güzel ki. Laiklik de o demek, kendi inancına sahip çıkarak, duygularını değil, aklını kullanarak o günün şartlarına uymak.

11. 89 yaşındasınız ve birçok kuşak gördünüz hayatınız boyunca birçok sosyal ortamda bulundunuz. Değiştirme şansınız olsa toplumun hangi özelliğini değiştirirdiniz?

Özden İnönü Toker: O toplumun iyi geçinmesini isteriz. Mutluluk o mesela. Annem bizi hep böyle büyüttü. Annem “Dünyada çirkin insan yoktur.” derdi. Annem “Herkesi Allah yaratmış. Herkesin kendine göre bir güzellik var. Senin o güzelliği keşfetmen, insanları anlaman lazım. Başkaları senin gibi düşünmeyebilir ama senin en azından onu anlamaya çalışman lazım.  İlla ki onun gibi davranmak şart değil. Fakat aklınızla onu anlamaya çalışmak lazım. En önemli şey o. Bir de tabi bizim terbiyemiz Türk terbiyesi ve Anadolu terbiyesi. Aslında en güzel terbiye o. Şimdi andımızı kaldırıyorsunuz. Bilmem sizde var mıydı? Ne deniyor? Türküm deniyor. Yani sen nerden geliyorsan gel, Dünya’nın her tarafından gel, Uzak Doğudan gel, Türk olmak istiyorsan Türküm deyince Türk oluyorsun. O zamanki anlayış öyleydi.

Doğruyum, doğruluk dinimizin en önemli şartı. Doğru olmak, çalışkan olmak, saygılı olmak, küçüklerini korumak, milletini sevmek… Yani bunların hepsi her dinde olan bizde de olan ve aslında toplumun mutluluğunu sağlayacak olan şeylerdir. Eski terbiyemize dönelim. Mesela büyükler geldiğinde ayağa kalkın, otobüste giderken yaşlı birisi varsa yahut da rahatsız birisi varsa yerinizi verin. Eskiden bunlar hep yapılırdı. Şimdiki gençler bunları hiç yapmıyorlar. Bu zor bir şey mi? Bir kere baktığını görmek bu işte. Atatürk bize öyle derdi. Söylediğinizi duyun baktığınızı görün.

O çocuk; yaşlı, perişan durumdaki bir insanın ayakta beklediğini görmüyor. Kendi orda otururken, o orada ayakta sallanıyor, görmüyor onu. Görse yerini verecek. Etrafındaki olayların farkında bile değil. Otobüste giderken bu gençler yerlerini vermeyerek ne kazanıyorlar? Ne yapmalıyız diye soruyorsunuz. En basiti bu. Sosyal hayatta bunları yapacak olursanız zaten politika da buna uyar. Çünkü bu insani bir şey. Yani o televizyonda gördüğümüz meclisteki tartışmalar, insan utanıyor. Bizim dönemimizde Atatürk’e, Kazım Karabekir Paşa’ya, diğer paşalara zaman zaman hepsi tenkit ediliyor. Ben o çirkin şeyleri söyleyenlerin namına utanıyorum. Çünkü biliyorum ki bunların yalan olduğunu bile bile söylüyorlar. Babama yapılan bütün haksız sataşmaların cevabını kendisi sağken meclisin içinde ve dışında cevaplarını vermişti.

Bu tarz konuşmalar toplumu sırf kışkırtmak için kendine bağlı olan, gönül bağı ile aklıyla değil duygularıyla bağlı olanları kandırmak için yapılıyor. Bunu anlamamız lazım.  İşte akılla bağlı olmak lazım. Akıllı hareket etmek lazım. Provoke etmek için yapıyorlar. Tüm bunlar duygusal. Bunları dinleyenler o söylenen kelimeleri anlamıyorlar bile. Ama o kötü bir şey yapmış onun aleyhinde, mahvolsun kötü bir adam o diyor. Çünkü karşısındakinin ses tonundan ne anlarsa onu anlıyor ancak. Anlamaya bile lüzum yok. Tamamıyla duygu var ortada.

Bu yüzden de gençlerin, yani sizlerin herkesin içinde bir güzellik olduğunu bilmeniz lazım. Tabi ki aklıyla düşünmek gerek. Tartışmalarınız da her zaman aklınızı kullanın, duygularınızı değil. Şimdi neler oluyor, az önce söylüyordunuz. Tartışmalara ne deniyor? Münazara. Bizim zamanımızda da münazara yapılırdı. Başka okullardan gelirlerdi. Münazaralarda, birbirinizi duygusal olarak koruyamazsınız, duygusal olarak kazanamazsın karşındakini. İkna edemezsin. Yani hayatı devamlı bir münazara olarak görmen lazım. Kazanmak için de her zaman kendi doğrularını bulman lazım. Ve size söylenen şeyleri de, tamam bu böyle yapmak lazım diyor da bunu başka bir çaresi de var mı? Başka yolu yok mu? Hep kendini de sorgulamak lazım. Ama en kolayı terbiyeyle başlamak.

Saygı, sevgi, güler yüz… Mesela para. Para tabii ki çok güzel bir şey. Para insana rahat yaşama imkanı sağlıyor. İşte güzel okullarda okuyabiliyorsunuz. Veyahut da seyahat ediyorsun. Yaşanacak birçok güzel şey var. Paranın kıymeti var tabii ki ama  en çok değer vereceğiniz şey de değil. Değer olarak paranın asıl değer ölçüsü olmaması lazım. Sizin yaptıklarınızın değeri olması lazım. Sizin düşünce tarzınızın, hayatınızın, düşüncelerinizin, gerçekleştirdiğiniz şeylerin onların değerli olması lazım. Dalavereyle para kazanmak en güzel arabaları kullanmak değil. Tabii ki araba kullanmak güzel. Araba sahibi olmak da güzel. Ama onu başka yerlerden de kazanabilirsin. Başarılı olmanın yolu, sadece yolsuzluk değil. Yolunda giderek de başarmak güzel bir şey. Ve o da insana para kazandırıyor. Siz şimdi okuyorsunuz. Yaşananları, yapılan yanlışları görüyorsunuz. Siz de Atatürk’ün size emanet ettiği güzel memleketimizde onlara çare bulmaya çalışmanız lazım.

12. Babanız İsmet İnönü size Lozan anılarını nasıl anlatırdı? Kısaca bahsedebilir misiniz?

Özden İnönü Toker: Babam bize hiç anlatmazdı onları. Yani babam bir kere geçmişe ait hiçbir şey anlatmazdı. Bazen beraber bulunduğu arkadaşları olursa onlarla konuşurdu. Ama bizimle hiç bahsetmezdi. O hep ileri dönük bir insandı. Ama mesela şunu hep anlatırdı. Lord Curzon ile yaptığı tartışmalarda onun her teklifine “Bağımsızlık, bağımsızlık” diye cevap verdiğini ve sonunda bunu elde ederek Türkiye’ye bugünkü sınırlarımızda barış içinde yaşayan bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti’ne kavuştuğumuzu anlatırdı. Bu hikayeler oldukça popülerdi.

13. Tamamı gençler tarafından hazırlanan internet sitesi olan Ders: Tarih kapsamında gençleri iletmek istediğiniz bir mesaj veya bir öğütünüz var mı?

Özden İnönü Toker: Anlattıklarımın hepsi mesaj. Ama bence en basiti söyleyeyim. Ekip çalışmasına değer verin. Ekip ve güler yüz. Tabi bunun yanında Atatürk’ün söylediği meraklı olmak, çalışkan olmak, soru sormak, çokça okumak, deney yapmak… Teknolojide çağ atlamak, hayallerinizi gerçekleştirmek. Çünkü onların hepsini yapabilirsiniz.

Not: Bu konuyla ilgili olarak Ders: Tarih Söyleşileri: Barış Doster başlıklı yazımızı da inceleyebilirsiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu Konuyla İlgili Yazılar

Başa dön tuşu

Metin kopyalamanın açılabilmesi için
lütfen web sitemizdeki herhangi bir reklama
tıklayarak bize destek olunuz.

Kapalı

Reklam Engelleyici Algılandı

Lütfen reklam engelleyicinizi kapatarak bize destek olunuz. Anlayışınız için teşekkür ederiz.